Bu dünyada hiçbir mevkii ve makam baki değildir. Hiç kimse, bulunduğu makamda ömrünün sonuna kadar kalmaz. Bir süre sonra ya başkası getirilir ya da kendisi ayrılır veya ayrılmak zorunda kalır. Atalarımız "Mahkeme kadıya mülk değil" diye boşuna söylememişler.

Yazının başlığında kadı kelimesi olunca “Karakuşi Kadı”nın hikâyesini yazmamak olmazdı.
Peki, kim bu “Karakuşi Kadı” diye soracak olursanız, kimilerine göre hikmet sahibi, nüktedan ve çözüm odaklı bir zat, kimilerine göre de yolsuzlukları ile ünlü bir kadı. Selçuklu döneminde yaşamış diyen de var, Selahattin Eyyubi döneminde de, Osmanlı döneminde de. Karakuşi Kadı denildiğinde ona izafeten söylenmiş ve günümüze kadar gelmiş kavramsallaştırılmış yargısal hikâyeleri geliyor aklımıza. Mahkeme, hak, hukuk, konuları gündeme gelince de gündemin başköşesine oturuyor. Şimdi Karakuşi Kadı’ya izafe edilen hikâyeyi anlatalım.
Bir ramazan günü Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.
Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.
Karakuşi Kadı, fırıncıya:
– “Ben bunu aldım” demiş.
Kadıya itiraz edilir mi?
Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin asıl sahibi gelmiş:
– “Hani bizim ördek?”
Fırıncı boynunu büküp:
– “Uçtu” deyince iş kavgaya dönüşmüş.
Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış. Gayrimüslim de peşinden kovalıyor.
Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş.
Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş.
Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış.
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak “Karakuşi Kadı”nın karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş:
Ördeğin sahibi, “Bu adam ördeğimi hiç etti” diye şikâyet etmiş.
Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
– “Ne yaptın bu adamın ördeğini?
Fırıncı:
– “Uçtu” demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış; “Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar “Uçar” anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil” diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.
Kadı, gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş.
Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş: “Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla.”
Davacı: “Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?” diye sorunca;
Karakuşi Kadı, “Şimdi” demiş, “Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.”
Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi Kadı: “Tamam” demiş, ‘Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.” Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi”ye: “Senin şikâyetin nedir bre?”
Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış; “Ne diyeyim kadı efendi”demiş,
“Adaletinle bin yaşa sen emi!”
Eğer ördeğimizi uçuran, gözümüzü çıkaran, anamızı öpen kadı ise kimi kime şikâyet edeceğiz?
Şimdi de günümüz gerçeklerini anlatan, ibret alınması gereken bir hikâye anlatacağım:
Dağda özgürce yaşayan bir inek, bir beygir, bir eşek, dağılıp insanların arasına karışarak ne yaptıklarını öğrenmeye ve beş yıl sonra buluşmaya karar vermişler. Her biri başka yöne yola çıkmışlar. Beş yıl sonra buluşma yerine önce inek ile beygir gelmiş. Her ikisi de perişan bir haldeymiş, zayıflamışlar, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüşler.
Beygir sormuş: "Nedir bu halin inek? "
İnek iç çekerek anlatmış:
"Bu insanlar çok merhametsiz. Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha varmış, onu yanıma koyup çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım beygir kardeş." demiş.
Sonra beygir anlatmaya başlamış:
"Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler. O indi öbürü bindi, o indi öbürü bindi. Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğimde arkama kocaman bir araba bağladılar, bu sefer birçoğunu birden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım, inek kardeş." demiş.
Ve uzaktan eşek gözükmüş;
Eşek neşeli bir şekilde ıslık çala çala geliyormuş. Mutluymuş, şişmanlamış, tüyleri parlamış, gözlerinin içi gülüyormuş.
İnek ile beygir, "Nedir bu halin, neler oldu ?" diye merakla sormuşlar. Eşek anlatmış:
"Bir yere vardım, birisi bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırmaya başladım. Benim bağırmamı bilirsiniz, duyan benim yanıma koştu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım."
"Sonra?"
"Sonra beni oraya başkan seçtiler."
"Yani sen başkan mı oldun?"
"Evet... Bir şey yapmama gerek kalmıyordu, ben bağırdıkça onlar “Memleket seninle gurur duyuyor” diye alkışladılar. Yiyecek çok şey vardı. Ben ise yedim bağırdım, yedim bağırdım."
"Peki, senin eşek olduğunu anlamadılar mı?"
Eşek yanıtlamış:
"Yarısı anlamadı. Diğer yarısı anladı ama diğerlerine anlatamadı."
Bu haftalık da bu kadar, Nazilli’den bütün değerli okurlarıma selamlar, saygılar, sevgiler. Haftaya görüşünceye dek her şey gönlünüzce olsun.
Not-Hiç kimse alınganlık gösterip bu hikâyeleri üzerine alınmaya, ya da birilerine yamamaya kalkmasın.